Bu hafta sonu sona eren 2025 Cannes Film Festivali, yılın en heyecanla beklediğimiz filmlerinden bazılarını sinemaseverlerle buluştururken, bu filmlere dair ilk kanaat notlarını da almamızı sağladı. Oldukça umutlu olduğumuz bazı filmler Cannes sonrası albenisini biraz yitirirken, bugüne kadar pek radarımıza girmeyen birkaç film de festivalde yıldızını parlatmayı başardı.
Bu dosyamızda, daha çok Ana Yarışma filmlerine odaklanarak, 2025 Cannes Film Festivali’nin karnesini çıkardık. Bunu yaparken de filmleri üç ana başlık altında topladık: Övgü toplayanlar, beklentileri karşılayamayanlar ve hayal kırıklığı yaratanlar.
2025 Cannes Film Festivali’nde Övgü Toplayan Filmler
Önce iyilerle başlayalım…
2025 Cannes Film Festivali’nde belki de en çok beğenilen film, Altın Palmiye’yi de kazanan It Was Just An Accident oldu. Cannes’ın gediklilerinden olan Jafar Panahi‘nin yeni filmi sadece festival jürisini değil, eleştirmenleri de etkilemeyi başardı. ScreenDaily’nin artık gelenekselleşmiş olan yıldız tablosunda 4 üzerinden 3.1 yıldız alan It Was Just An Accident, burada Two Prosecutors ile birlikte zirveyi paylaşıyor. İranlı yönetmenin, sırtını yine o ironik mizaha dayayarak, baskıcı rejime karşı duyulan derin öfkeye tercüman olduğu söyleniyor.
Two Prosecutors demişken, kağıt üzerinde onun da festivalin en beğenilen filmlerinden biri olduğunu söylememiz gerekiyor. Ukraynalı sinemacı Sergei Loznitsa’nın Sovyetler Birliği’nde sisteme karşı mücadele eden idealist bir avukata odaklanan filmi, özellikle Batılı eleştirmenlerden epey yüksek notlar almış durumda. Ancak bu taraflara geldikçe filme dair heyecanın biraz daha azalması, Two Prosecutors’a şimdilik biraz daha temkinli yaklaşmamıza sebep oluyor.
ScreenDaily’nin yıldız tablosunda Two Prosecutors’un altında kalmış olsalar da bu yıl Cannes’da en az onun kadar ışıldayan dört film daha vardı ki bunların dördü de Juliette Binoche’un başkanlık yaptığı Ana Yarışma jürisi tarafından ödüllendirildi.
Bu filmlerden ilki Joachim Trier‘in (Oslo, 31. August) heyecanla beklediğimiz yeni filmi Sentimental Value. Festivalin ikincilik ödülü olarak tanımlayabileceğimiz Jüri Büyük Ödülü’nü alan Sentimental Value, eleştirmenlerden de övgü dolu yorumlar alıyor. Film, Renate Reinsve’nin canlandırdığı aktris Nora ile kız kardeşi Agnes’i takip ediyor. Annelerin kaybıyla sarsılan Nora ve Agnes’in uzun süredir hayatlarında olmayan babaları Gustav (Stellan Skarsgård), yeni bir film projesi için Norveç’e dönünce, kız kardeşlerin eski defterleri açması gerekiyor.
Bu yıl Jüri Ödülü’nü paylaşan Sound of Falling ve Sirât da bu yıl Cannes’da en çok ses getiren filmler arasında yer alıyor. Her iki film de eleştirmenleri bir hayli etkilemiş görünüyor ki aslında her ikisi de festival başlamadan önce pek bahsi geçen filmler değildi.
Almanya kırsalında bir çiftlikte geçen Sound of Falling, farklı dönemlerde bu çiftlikte yaşayan dört kadının ortak travmalarla bağlanan hikâyesini anlatıyor. Sound of Falling, Mascha Schilinski’nin ikinci uzun metrajlısı ki ilk filmi öyle çok ses getiren bir yapım değildi. Bu yüzden Sound of Falling bu yıl pek çok kişi için festivalin en hoş sürprizi oldu.
Önceki filmleriyle Cannes’ın yan seçkilerine konuk olan Oliver Laxe’in yönettiği Sirât için de benzer şeyler söylenebilir. Gerçi Laxe bu yıl Cannes’a Schilinski’ye kıyasla biraz daha dolu bir filmografiyle geldi ama ondan da böylesine etki yaratacak bir film bekleyen pek kimse yoktu herhâlde. Kuzey Afrika’da kayıp kızını bulmaya çalışan bir baba ile yanında götürdüğü ufak oğlunun yolculuğunu konu alan film, bu yıl Ana Yarışma’daki en etkileyici filmlerden biri olarak değerlendiriliyor.
Normalde ödüllerin farklı filmler arasında dağıtıldığı Cannes’da pek rastlamadığımız bir başarıya imza atarak hem En İyi Yönetmen (Kleber Mendonça Filho), hem de En İyi Erkek Oyuncu (Wagner Moura) ödülünü kazanan The Secret Agent da bu yılın en beğenilen filmleri arasında yer alıyor. Bacurau ve Neighboring Sounds gibi filmlerden tanıdığımız Kleber Mendonça Filho‘nun yeni filmi, 1970’lerin Brezilya’sında, diktatör yönetiminin sürdüğü dönemde geçiyor ve kanundan kaçan bir teknoloji uzmanına odaklanıyor. Cannes’dan gelen yorumlar, The Secret Agent’ın hem dönemi yansıtma şekliyle, hem de güçlü bir görünü yönetimiyle desteklenen yüksek enerjisiyle izleyenleri etkilemeyi başardığını gösteriyor.
Alttaki tablodan da görebileceğiniz üzere, yukarıda bahsini geçirdiğimiz bu altı film, genel olarak Ana Yarışma’daki diğer filmler arasından sıyrılmış durumda. Bu yıl Cannes’ın en beğenilen altı filminin bunlar olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yukarıda saydığımız altı filme ek olarak; Bi Gan’ın Resurrection‘ı, Dardenne Kardeşler’in Young Mothers‘ı, Kelly Reichardt’ın keyifli bir soygun hikâyesi anlattığı The Mastermind, Richard Linklater’ın Fransız Yeni Dalga’ya odaklanan yeni filmi Nouvelle Vauge, Lynne Ramsay’nin aynı adlı romandan uyarladığı Die, My Love ve Carla Simón imzalı Romeria da eleştirmenlerden genel olarak olumlu yorumlar aldı. Bi Gan’ın (Long Day’s Journey into Night) yeni filmi Resurrection, özellikle görsel açıdan Ana Yarışma’nın en etkileyici filmleri arasında sayılıyor.
Bu dosyamızda daha çok Ana Yarışma filmlerine odaklanmış olsak da diğer seçkilerde gösterilen dikkat çekici birkaç yapımın da bu yıl festivalde adından söz ettirdiğini not düşmemiz gerekiyor. Bunların başında Spike Lee imzalı Highest 2 Lowest geliyor. Son yıllarda epey inişli çıkışlı bir grafik çizen Spike Lee‘nin, Denzel Washington’la yıllar sonra yeniden çalıştığı bu filmle yakın dönemdeki en iyi işine imza attığı söyleniyor. Christian Petzold (Transit) da Ana Yarışma’da olmamasına şaşırdığımız yeni filmi Mirrors No. 3 ile yine övgü toplamayı başardı. Zaten bu noktada Petzold’dan aksini de beklemezdik.
Fatih Akın‘ın, II. Dünya Savaşı’nın son günleri sırasında geçen yeni filmi Amrum da -biraz da bizi şaşırtarak- genel olarak olumlu yorumlar aldı. Filmin MetaCritic puanı bugün itibarıyla 78’de. In the Fade (2017)’in ardından kariyeri düşüşe geçen Akın, bu filmle birlikte yeniden form yakalamış gibi görünüyor. Özellikle filmin oyuncaksız, yalın anlatımı övülüyor ki bu da Amrum’un alışık olduğumuz Fatih Akın filmlerinden farklı bir yerde durduğunu gösteriyor.
Kristen Stewart‘ın ilk uzun metrajlısı olan The Chronology of Water da bu yıl festivalde eleştirmenleri etkilemeyi başaran filmler arasında yer alıyor. Stewart’ın oyuncu olarak meziyetleri tartışılır ama kendisi için seçtiği projeler, birlikte çalıştığı yönetmenler, iyi bir sinemacının hassasiyetlerine sahip olduğunu yıllardır gösteriyordu. Bu yüzden, kamera arkasına geçtiği ilk filmde ortaya etkileyici bir iş koyması da pek sürpriz olmadı açıkçası.
Cannes’ın yan seçkilerinde gösterilen filmler arasından sıyrılarak merakla beklediğimiz filmler arasına giren diğer yapımlar; Harry Melling ve Alexander Skarsgård’ın başrollerini paylaştığı Pillion, oyuncu kimliğiyle tanıdığımız Harris Dickinson’in ilk uzun metrajlısı olan Urchin, Akinola Davies Jr.’in otobiyografik filmi My Father’s Shadow ve Eva Victor’ın övgü toplayan ilk filmi Sorry, Baby oldu.
Beklentileri Karşılayamayanlar
Son yıllarda artık kendi vasatıyla yetinmeye başlamış olan Wes Anderson, yeni filmi The Phoenician Scheme‘de de bundan fazlasını sunmuyor gibi görünüyor. En azından Cannes’dan gelen yorumlar bu yönde. The Phoenician Scheme öyle kötü yorumlar almadı kesinlikle ama Cannes’daki izleyici öyle çok etkilediği de söylenemez. Açıkçası bu filmi “beklentileri karşılayamayanlar” kategorisine alıp almama konusunda da kararsız kaldık çünkü Wes Anderson’dan artık tam da bu minvalde filmler bekler olduk.
Ben Shattuck’ın aynı adlı kısa öyküsünden uyarlanan The History of Sound, bu yıl Cannes’a iddialı gelen filmlerden biriydi. I. Dünya Savaşı sırasında geçen filmde, Josh O’Connor ve Paul Mescal gibi yıldızı parlayan iki oyuncu genç aşıkları canlandırıyordu. Ne var ki Cannes’dan gelen yorumlar beklentilerin altında kaldı. The Hollywood Reporter’dan David Rooney ve IndieWire’dan Ryan Lattanzio gibi birkaç kayda değer eleştirmen filmi epey beğenmiş olsa da eleştirmenler arasındaki genel konsensus bunun beklentileri karşılayamayan bir film olduğu yönünde. Nitekim filmin MetaCritic’teki eleştirmen puanı (62) da bunu yansıtıyor.
“Sınıfta kalanlar”a düşmekten kıl payıyla kurtulan Eddington da bu yıl Cannes’da beklentileri karşılayamayan bir diğer film. Hereditary ve Midsommar gibi övgülere boğulan iki film çeken Ari Aster, Beau is Afraid’den sonra Eddington’da da beklentileri karşılayamadı. Pandemi döneminde küçük bir Amerikan kasabasında yaşanan gerilim üzerinden günümüz Amerika’sının portresini çıkarmaya çalışan Aster, bunu yaparken istediği o etkiyi yaratamadı. David Rooney, The Hollywood Reporter’daki eleştirisinde filem dair genel eleştirileri gayet güzel özetliyor: “Abartılı, kendini beğenmiş, başıboş, aşırı iddialı ve takdir edilecek derecede tuhaf. Fakat o kadar fazla şişirilmiş ki şaşkınlık ve sıkıcılığın ölümcül bir kombinasyonuna dönüşüyor.”
Sınıfta Kalanlar
2021’de Titane ile Altın Palmiye’yi kazanan Julia Ducournau‘nun yeni filmi Alpha, 2025 Cannes Film Festivali’nin en heyecanla beklenen filmleri arasında yer alıyordu. Ancak günün sonunda Alpha, festivalin belki de en sert şekilde eleştirilen filmlerinden biri oldu. Aslında Altın Palmiye’yi kazanmasına rağmen Titane da öyle herkesi ikna edememişti ama en azından filmi destekleyen sıkı bir kitle vardı. Alpha’yı savunacak birini bulmak ise epey zor. Yukarıdaki tablonun dibinde olması da bunun ispatı.
Yeni filmiyle eleştirmenlerden geçer not alamayan bir diğer başarılı yönetmen de Coen Kardeşler’den Ethan Coen. Solo kariyerini “lezbiyen B-filmleri” olarak tanımladığı üçlemesini çekerek geçiren Ethan Coen, bu yıl bu tematik üçlemenin ikinci parçası olan Honey Don’t ile Cannes’a geldi. Üçlemenin ilk filmi olan Drive-Away Dolls öyle büyük ses getirmemişti belki ama genel olarak iyi yorumlar almıştı. Honey Don’t ise düpedüz beğenilmedi. Hatta yönetmenin bugüne kadarki en kötü filmi olduğu söyleniyor. Gerçi söz konusu Ethan Coen olduğu için standart epey yüksek ama yorumlara bakılırsa Honey Don’t o standardın yanına bile yaklaşamıyor. (MetaCritic puanı: 47)
Bu yıl Cannes’a ilk uzun metrajlılarıyla gelen üç ünlü oyuncu vardı: Kristen Stewart, Scarlett Johansson ve Harris Dickinson. Stewart ve Dickinson’ın filmleri epey beğenildi ama aynısını Scarlett Johansson‘ın Eleanor the Great‘i için söylemek pek mümkün değil. Cannes’dan gelen yorumlar, vasatın altında kalan bir ilk filme işaret ediyor. Filme dair birkaç iyi yorum da daha çok June Squibb’in performansına odaklanıyor. (MetaCritic puanı: 50)
This Much I Know to Be True ve One More Time with Feeling gibi iki etkileyici müzik belgeseline imza atan Andrew Dominik’in imzasını taşımasıyla beklenti oluşturan Bono belgeseli Bono: Stories of Surrender da bu yılın hayal kırıklığı yaratan filmleri arasında yer alıyor. Zaten Bono’ya da bu yakışırdı. (MetaCritic puanı: 58)