Dune ve Öjenik: Kwisatz Haderach’ın Karanlık Yüzü

Dune

Online film komünitesinin en takip edilesi isimlerinden olan Robert Meyer Burnett, geçtiğimiz günlerde YouTube kanalında son derece ilgi çekici bir konuyu gündeme taşıdı. Frank Herbert’ın bilim-kurgu şaheseri Dune’un ilk baskısı yayınlandığından beri zaman zaman gündeme gelen bir eleştiri, Denis Villeneuve‘ün yeni film uyarlamalarının çıkışıyla birlikte yeniden dirilmişti. Söz konusu bu eleştiri, Frank Herbert ve Dune’un öjeni teorisi* ile olan ilişkisi üzerineydi. (Eğer 2.5 saatlik İngilizce bir yayını izlemeyi sorun etmiyorsanız, konuyu Burnett’ten de dinlemenizi öneririm. Videoyu aşağıda bulabilirsiniz)

* (Öjenik: 20. yüzyılın ilk yarısında çok sayıda taraftar toplayan öjeni teorisine göre, nasıl sağlıklı hayvanlar birbirleriyle çiftleştirilerek iyi hayvan cinsleri oluşturuluyorsa, bir insan ırkı da ıslah edilebilirdi. Öjenik, Nazi Almanyası’nda yeni bir boyuta ulaştı. Aryan ırkın üstünlüğünü savunan Naziler, öjeni teorisinden yola çıkarak üstün ve saf Alman ırkını oluşturmak için acımasız bir kıyıma girişti.)

Edebiyat tarihinin yanlış anlaşılmaya en açık kitaplarından biri olan Dune, yıllar içinde pek çok yanlış yoruma konu oldu: Kimileri bunu bir seçilmiş kişi anlatısı olarak gördü; Kimileri Paul Atreides’i bir beyaz kurtarıcı sandı. Burnett’in videosunda yer verdiği makalelerin yazarları ise Dune’u, öjeni teorisini yüceltmekle suçladı. Ancak nasıl ki Herbert aslında bir seçilmiş kişi anlatısı kurmuyor, aksine bu seçilmiş kişi mitinin içini boşaltıyorsa; Nasıl Paul Atreides’i bir kurtarıcı olarak tasvir etmiyor, aksine karizmatik liderlerin ne kadar tehlikeli olabileceğini gösterecek bir ibret hikâyesi olarak sunuyorsa, öjenik konusunda da aslında eleştirildiği şeyin tam tersini yapıyor. Denis Villeneueve’ün filmleri ise, Herbert’ın kitaplarını ne kadar iyi anladığını ispatlarcasına, Dune’un bu yaklaşımını daha da belirgin hâle getiriyor.

Frank Herbert’ın Dune kitaplarında olduğu gibi Villeneueve’ün filmlerinde de Paul Atreides, Bene Gesseritler’in nesillerdir devam eden genetik seleksiyonu sonucunda ortaya çıkıyor. Bene Gesseritler, Kwisatz Haderach olarak adlandırdıkları insan üstü varlığı yaratmak için, yüzyıllar boyunca gölgeler ardında çalışıyor ve soylu ailelerden bireyleri çiftleştirerek seçkin soyları daha da seçkin hâle getiriyor. Amaç insanın ötesine geçecek bir varlık yaratmak. Böyle bakınca Kwisatz Haderach’ın, Nietzsche’nin Übermensch’inden* pek farkı yok. Nazilerin Übermensch’ine ise daha bile yakın. Dibine kadar öjenik; Dibine kadar üstün ırk. Eğer Paul Atreides’i bir kahraman, bir kurtarıcı olarak görüyorsanız, Dune’ü pekâlâ öjeni teorisini yüceltmekle suçlayabilirsiniz. Ancak hata ediyor olursunuz. Çünkü aslında Frank Herbert da Denis Villeneuve de Paul Atredeis’i bir kahraman olarak sunmak gibi bir hataya düşmüyor.

* (Übermensch: Nietzsche’nin felsefe dünyasına kazandırdığı Übermensch kavramı, “Üstinsan” anlamına gelir. Nietzsche bunu insanın evrimsel gelişiminde ulaşması gereken bir sonraki adım olarak görür ve daha çok insanötesi bir varlığı tanımlamak için kullanır. Hitler ve Naziler ise bu kavramı ırksal bir zemine oturtarak, üstün gördükleri Aryan ırkını tanımlamak için kullanmışlardır. Naziler’in Übermensch’i insanötesi bir varlık değil, üstün ırktır.)

Daha ilk filme gidelim. Atreides Hanedanı’nın Harkonen saldırısıyla çöktüğü gecenin hemen ertesi. O noktada Paul az önce babasını ve hanedanını kaybetmiş cesur bir genç sadece. Annesi Jessica ile bir çadıra sığınmış durumdalar. Çadırın içindeki baharat Paul’un sistemine karışıyor ve geleceğe dair o ana kadarki en net görüyle karşı karşıya kalıyoruz. Atreides sancağı altında tüm evrene yayılacak kanlı bir cihad; İntikam ateşiyle galaksiyi saran sonsuz bir savaş. Görünün hemen sonunda Paul, annesine isyan ediyor ve tam olarak şu ifadeleri kullanıyor: “Beni bir ucubeye çevirdiniz.” Bir Übermensch’e yakışmayacak sözler.

İlk film, bu tarz ufak ipuçları bırakarak Paul’un gerçek mahiyetine dair bizi uyarırken, ikinci filmde artık bu uyarıların gerçeğe dönüşmeye başladığını görüyoruz. Paul’un Kwisatz Haderach’a tam anlamıyla dönüşmesi, ikinci filmin sonlarına doğru gerçekleşiyor. Tabr Siyeci’nin Harkonenlar tarafından vurulacağını önceden göremeyen Paul, ölen Fremenler için kendisini suçlu hissediyor ve önündeki son engeli kaldırıp daha net bir görüye kavuşmak için Kwisatz Haderach’a dönüşmeyi gönülsüzce kabul ediyor; Chani’den ayrılıp güneye gidiyor.

Zamanında David Lynch’in yaptığı gibi hikâyeyi sadece ilk kitapta yaşananlarla sınırlı tutarsak, Paul’un Kwisatz Haderach’a dönüşmesi, kendisi ve Fremenler için olumlu bir gelişme olarak okunabilir. Ancak Villeneuve bu yanlışa düşmüyor. Gerek Paul ile annesi arasındaki konuşmada olsun, gerek Paul ile Chani arasındaki diyaloglarda olsun, Fremenleri bekleyen karanlık geleceği sık sık dillendiriyor. Paul’un bu dönüşüme kabul etmesi gereken bir trajedi olarak baktığını da bize açıkça gösteriyor. Çünkü bu tam da öyle aslında. Bir trajedi. Ne Herbert, ne Villeneuve, ne de Paul, genetik seleksiyon sonrası ortaya çıkan sonucu hevesle kucaklamıyor.

Dune: Part Two’da Paul’un dönüşümünün nasıl resmedildiğine baktığımızda gördüğümüz şey de bu. Chani gelip komadan uyandırdıktan sonra geri dönen Paul, kahraman edasıyla ayaklanıp bir Superman figürüne dönüşmüyor, Villeneuve’ün kadrajına başında beyaz bir haleyle de yansımıyor. Aksine daha çökmüş ve soğuk bir Paul ile karşılaşıyoruz. Steve Rogers’ın Captain America’ya dönüşmesindense, Anakin Skywalker’ın Darth Vader’a dönüşmesine daha yakın duran bir metamorfoz bu. Zaten Anakin’in trajedisini besleyen referanslardan biri Paul Atreides.

Elbette Paul’un dönüşümü Anakin’inki kadar keskin olmuyor; Bir anda kötü adam kostümünü üstüne geçirmiyor. Bunun yerine saç ve makyaj tasarımındaki ufak dokunuşlar, karakterde yaşanan değişimi bize hissettiriyor. Diğer yandan Timothée Chalamet de filmin bundan sonraki bölümünü daha soğuk bir edayla oynuyor. Bunun en net görüldüğü sahne ise Fremen konsülü oluyor. Başa geçmek için Stilgar’ı öldürmeyi reddedip Fremen geleneklerini hiçe sayan Paul’un Fremenlere mutlak otoritesini kabul ettirdiği bu sekans, ilk filmden tanıdığımız, Gurney Halleck’in “genç enik” diye çağırdığı o Paul’un artık bizimle olmadığını gösteriyor. Onun yerine, görülerinde kendisine çizilen yolda ilerlemek için Fremenlerin batıl inançlarını sonuna kadar suistimal etmeye hazır bir Mesih figürü var karşımızda. Lisan Al-Gaib. Mehdi. Fremenlerin kurtarıcısı. Öyle mi peki? Paul gelecek görülerinde Fremenleri nasıl kurtardığını mı anlatıyordu bize? Yoksa fanatik fedailer olarak savaşlarda nasıl kullanıldıklarını mı?

İlk filmde kendisini Harkonenlar’dan saklayan Liet-Kynes’a, Arrakis’i cennete dönüştürmeyi vadeden Paul Atreides, Dune: Part Two’nun sonunda Fremenler’i cihada yollarken “Onlara cenneti gösterin” diyor. Sadece bu bile, Paul’un Fremenleri kurtaran beyaz bir kurtarıcı olarak tasvir edilmediğini görmek için yeterli.

Paul’un dönüşümü, öjeniğin Dune’daki yerini anlamak için yeterli aslında ama bunun sağlamasını yapmak isteyenler için Dune: Part Two’da, Bene Gesseritler’in genetik seleksiyonu sonucu ortaya çıkmış önemli bir karakter daha var. Austin Butler’ın Feyd-Rautha’sı. Bakıldığında o da bir Übermensch aslında; bir süper varlık. Paul gibi o da geleceğe dair rüyalar görüyor ve Kwisatz Haderach olma potansiyelini taşıyor. Bene Gesseritler’in asırlar süren çabaları sonrası ortaya çıkan olasılıklardan biri. Peki bu seçilmiş kişi adayına baktığımızda ne görüyoruz? Feyd-Rautha Harkonen, düpedüz bir cani. Kendi annesini bile katletmiş acımasız bir katil. Çarpık onur anlayışı dışında iyi tek bir niteliği yok. Ama Paul Atreides gibi o da karizmatik bir lider. Giedi Prime’ın siyah güneşi altında toplanmış binlerce kişi hayranlıkla adını haykırıyor. Übermensch bir kez daha tehlikeli bir varlık olarak karşımıza çıkıyor. Üstelik bu kez çok daha acımasız, çok daha sapkın bir versiyonuyla. Öjenik o kadar da hoş sonuçlar vermemiş belli ki.

Frank Herbert’ın Dune serisini yazarken başlıca motivasyonlarından biri, karizmatik liderlere karşı olan alerjisi. Bu figürlerin ne kadar tehlikeli olabileceğinin farkında olan Herbert, özellikle o yıllarda ABD’nin başında olan John F. Kennedy’den hiç haz etmiyor. Kennedy döneminde Vietnam’da yaşananlardan büyük rahatsızlık duyan yazar, JFK gibi karizmatik liderlerin kitleleri nasıl peşine takabildiğini korku içinde izliyor. Paul Atreides’i de bu korkudan hareketle yaratıyor. Kennedyler’in Amerikan toplumundaki ayrıcalıklı statüsü göz önüne alındığında, öjenik hareketinin altın çocuğu olabilecek John F. Kennedy, Herbert’ın dünya görüşünde bir Übermensch değil, korkulması gereken bir figür. Hâl böyleyken Herbert’ı ve Dune’u öjenik propagandası yapmakla suçlamak, okuduğunu anlamamaktan başka bir şey değil.