Propagandanın İyisi-Kötüsü: Walking the Streets of Moscow (Doğu’dan Batı’ya #1)

Walking the Streets of Moscow

1964. Soğuk Savaş’ın son sürat devam ettiği yıllar. Lyndon ve Kruşçev hükûmetleri nükleer silah üretimini karşılıklı olarak azaltma kararıyla tüm dünyaya biraz nefes aldırmış olsa da daha iki yıl önce Küba Füze Krizi ile zirvesini yaşayan nükleer felaket korkusu her iki tarafta da varoluşsal kaygıları tetiklemiş durumda. Tüm bu korku atmosferinin gölgesinde -biraz da katkısıyla- Rus sineması en verimli dönemlerinden birine giriş yapıyor. 1964’e yaklaşırken Mikhail Kalatozov, “The Cranes are Flying” ve “Letter Never Sent” ile film yapımı tekniklerinin sınırlarını zorlayarak Sovyet Montaj ustalarını gururlandıracak işler çıkarırken; 1962’de de sahneye ilk filmi Ivan’s Childhood ile Tarkovsky çıkıyor. Sonraki 20 yılda dünya sinemasına damga vuracak bir yönetmenin gelişine dair emareler daha o dönemde ortada. Rusya sinemasının heyecan verici bir döneme girdiği bu günlerde, Sovyetler Birliği’nde vizyona ilginç bir film giriyor: Georgiy Daneliya imzalı Walking the Streets of Moscow (Ya shagayu po Moskve).

Rusya prömiyerinden birkaç hafta sonra Cannes Film Festivali’nde de gösterilecek olan Walking the Streets of Moscow, dönemin Sovyet filmlerine hiç benzemiyor. Filmde Kalatozov, Tarkovsky, Shepitko gibi yönetmenlerin işlerindeki kasvetten eser olmadığı gibi tarz olarak da bu filmlere hiç benzemiyor. Çünkü dönemin Sovyet filmlerinden ziyade, birkaç yıl önce Cahiers du Cinéma sinemacılarının başlattığı Fransız Yeni Dalga‘nın işlerini andırıyor.

Daneliya, Moskova sokaklarında yürürken yolları kesişen üç Sovyet gencini takip ettiği bu filmde, dönemin Sovyet filmlerinden çok daha eğlenceli, çok daha umut dolu bir ton tutturuyor; Dönemin karanlık atmosferinin gölgesinde, hayatın güzelliklerine odaklanmayı tercih ediyor. Filmin bu alışılmadık tonu ve bir Sovyet filminin Fransız Yeni Dalga’ya öykünmesi, Sovyetler Birliği’nde o dönem sinemayı gözetim altında tutan Sanat Kurulu tarafından pek hoş karşılamıyor. Sanat Kurulu filmi “anlamsız” buluyor. Öyle ki Daneliya, kurulu atlatmak için senarist Gennady Shpalikov ile birlikte filmi revize ediyor ve kurulun deyimiyle filme anlam katacak bir sekans ekliyor. Aslında bunu yaparken üstü kapalı şekilde kurulla dalga geçmeyi de ihmal etmiyor ama neyse ki bu taşlama çok geç olana kadar fark edilmiyor. Neticede ortaya o dönem Sovyet gençlerinin bağrına bastığı bir film çıkıyor.

Sonraki yıllarda “Kruşçev çözülmesi” olarak anılacak bu dönemin sembol filmlerinden biri olarak kabul edilen Walking the Streets of Moscow, aslında sadece Sovyet gençliği tarafından değil, Cannes’daki izleyici tarafından da beğeniyle karşılanıyor. O yıl Cannes Film Festivali’nde övgü toplayan işlerden biri oluyor. Ancak filmin batıdaki yolculuğu başladığı kadar iyi devam etmiyor. Neticede hâlâ Soğuk Savaş yılları ve Walking the Streets of Moscow, tüm zorluklara rağmen gençlerin yine genç olduğu, karanlığın gölgesinde umudun yeşermeye devam ettiği bir Sovyetler Birliği portresi çiziyor. Filmin bu tutumu Batı dünyasında, özellikle de ABD’de pek hoş karşılanmıyor. Daneliya’nın ülkesine bakışı fazla naif bulunuyor. Hatta o dönem bazı eleştirmenler Walking the Streets of Moscow’u bir propaganda filmi olmakla suçluyor.

Batı propagandası yavaş yavaş yüzeye çıkıyor ve fısıldıyor: “Bu doğru değil. Rusya böyle değildi.”

Filmin o dönem Batı dünyasında tepki görmesi çok da şaşırtıcı değil aslında. Amerikalı eleştirmenlerin Walking the Streets of Moscow gibi bir “düşman” filmini propaganda ürünü olarak görmesi gayet anlaşılabilir. Şaşırtıcı olanı, Soğuk Savaş’tan yıllar sonra, Türkiye gibi Doğu bloğundan bir ülkede Walking the Streets of Moscow’u izlerken bile, benzer düşüncelerin zihnimizde canlanması. Üç Rus gencinin o yıllarda Moskova sokaklarında koşuşturup hayatını yaşadığını, şarkılar söylediğini, aşık olduğunu görmek, neredeyse otomatik olarak bir yadırgama hissi yaratıyor. Yıllardır bilinçaltımıza ittirilen tüm o Batı propagandası yavaş yavaş yüzeye çıkıyor ve fısıldıyor: “Bu doğru değil. Rusya böyle değildi.” Ve biz karşılık veriyoruz: “Bu bir Rus propagandası olmalı.”

Belki de öyledir. Belki de Georgiy Daneliya gerçekten de dönemin Sovyetler Birliği’ni tüm dünyaya iyi göstermek, Sovyet komünizmini yüceltmek için böyle bir film çekmiştir. “Bir propaganda filmi çekeceğim.” demiştir. “Hem de en iyisinden. O Fransız çocuklar gibi çekeceğim.”… Mesele o değil. Mesele Walking the Streets of Moscow’u izlerken neden zihnimizde otomatik olarak bu yaftalamanın belirdiği sorusu. Ya da daha önemlisi neden Batı filmlerini aynı içselleştirilmiş sorgulamalardan muaf tuttuğumuz. Doğu ile Batı arasındaki bu asimetri. Bu asimetrinin altında yatan tehlikeli programlama.

Amerikan sinemasının en çok kıymet gören filmlerinden It’s a Wonderful Life’ı ele alalım mesela. Frank Capra’nın 1946 yapımı filmi, Walking the Steets of Moscow gibi karanlık bir dönemin ürünü. Büyük Buhran yıllarını yeni yeni geride bırakan Amerika, hâlâ II. Dünya Savaşı’nın yaralarını sarmakla meşgul. Yıllardır sefaletle boğuşan Amerikan halkı bir de sevdiklerini savaşta kaybetmenin travmasını yaşıyor. Böyle bir dönemde çıkan It’s a Wonderful Life, Daneliya’nın Walking the Streets of Moscow’da yaptığı gibi tüm bu karanlığın gölgesinde aydınlığa odaklanmayı tercih ediyor. Yaşamın güzelliklerini hatırlatarak, izleyicilere, başta da Amerikalılara umut aşılıyor. Bu yönüyle filmin çekildiği dönemle ilişkisi Walking the Streets of Moscow’dan çok da farklı değil aslında. Ancak Walking the Streets of Moscow izlerken zihnimizde beliren o yadırgama hissi, It’s a Wonderful Life’ta ortaya çıkmıyor. It’s a Wonderful Life, Amerikan propagandası gibi yaftalamalara hiç maruz kalmadı. Oysa Walking the Streets of Moscow gibi o da, ondan sonra çıkan sayısız Batılı film de pek çok şeyin üstünü örtmüştü.

Amerika’nın yakın tarihine şöyle bir baktığımızda karşımıza ırk ayrımından Kızıl Panik’e, mesnetsiz savaşlardan opioid krizine pek çok kara leke çıkıyor. Bunların benzerleri diğer Batı ülkelerinde de mevcut elbette. Fransa’nın sömürgecilik faaliyetleri ya da İngiltere’nin emperyalist işgalleri bir çırpıda akla gelenlerden. Şimdi tüm bunların gölgesinde çekilen filmleri bir hatırlayalım. Martin Luther King Jr. öldürüldüğü yıl gösterime giren Amerikan filmlerini, Cezayir Bağımsızlık Savaşı sırasında çekilen Fransız filmlerini ya da Kanlı Pazar ile aynı yıl çıkan İngiliz filmlerini. Elbette bu dönemde çıkan tüm filmleri toplumsal sorunlara değinmedikleri için suçlamıyorum. Aksine bu filmlerin pek çoğunu bugün keyifle ve takdir ederek izliyorum. Ancak tüm bu filmleri izlerken bunların Batı dünyasını olduğundan farklı gösterdiği aklımıza bile gelmezken, Walking the Streets of Moscow gibi bir Rus filmini propaganda olarak görmeye programlandığımızı fark etmek, neresinden bakarsanız bakın rahatsız edici. Hâl böyleyken elde olmadan soruyorum: Doğu propagandası kötü de peki ya Batı propagandası?