80. Venedik Film Festivali bu hafta sonu sonlandı sonlanmasına ama arkasında sinema dünyasının uzunca bir süre silemeyeceği bir kara leke bıraktı. Bir çocuk tecavüzcüsü olduğu herkesçe bilinen, üstelik suçu mahkemede ispatlanmış olan Roman Polanski, sanki hiçbir şey yaşanmamış ya da iğrenç suçları zaman aşımına uğramış gibi kırmızı halılar serilerek Venedik’e geri çağrıldı. Elbette bu kararın arkasında Venedik Film Festivali Direktörü Alberto Barbera vardı ama bu işin tek suçlusu Barbera değil kesinlikle. Çünkü Barbera’ya bu kararı aldıran arsız cesareti değil, sinemacıların korkak suskunluğuna olan güveniydi. Nitekim haklı da çıktı. Roman Polanski, Venedik’ten geldi geçti, filmi Ana Yarışma’da Altın Aslan için yarıştı ve kimseden çıt çıkmadı.
Elbette sinema basınında hatta sinema dünyasının belli bölümlerinde bu saçmalığın ne kadar utanç verici olduğunu sesini duyurabildiği kadar haykıranlar oldu ama söz konusu Venedik’teki sinemacılar olduğunda, festivale tam bir sessizlik hakimdi. Venedik Film Festivali bu yıl her yıl olduğu kadar dolu dolu bir programla çıktı izleyicilerin karşısına. David Fincher, Michael Mann, Yorgos Lanthimos, Sofia Coppola, Bertrand Bonello, Pablo Larraín, Ryusuke Hamaguchi, Agnieszka Holland, Bradley Cooper, Ava DuVernay, Richard Linklater, Wes Anderson… Hepsi yeni işlerini Venedik’te izleyici karşısına çıkardı. Ve bunlardan tek biri bile Polanski’yi kırmızı halılarla karşılayan bir festivale filmlerini göndermekten geri durmadı. Yukarıda saydığım bu isimlerin neredeyse hiçbiri filmlerinin selameti için Venedik’e muhtaç olan, festivale karşı sesini yükseltirse ağır bedeller ödemesi gerekecek isimler değil. Tam tersine Venedik bu isimlere muhtaç. Alberto Barbera, bu isimlerden birkaçının Polanski’yle yan yana anılmamak için, ya da bu utanç verici kararı protesto etmek için filmini çekeceğini bir an bile düşünse, Polanski’nin gözünün yaşına bile bakmaz, bu kararından cayardı. Ancak benim gibi Barbera da bu sinemacılardan tepki görmeyeceğini çok iyi biliyordu. Çünkü Hollywood’da ve onun kültürel uzantısı hâline gelmiş global sinema camiasında uzunca bir süredir korku dolu bir sessizlik hakim. Kimse sesini çıkartmaya cesaret edemiyor. Hatta artık böyle bir ihtimalin ve daha önemlisi etik sorumluluğun varlığını bile unutmuş gibiler. “Filmim Polanski’nin filmiyle aynı yarışmada mı yer alacakmış? Aman canım ben ne yapabilirim ki…” Ya da daha kötüsü: “Aman canım benimle ne alakası var ki.” Çünkü bu sinemacılardan pek çoğu böyle bir etik sorumlulukları olduğunu aklına bile getirmemiş olabilir.
Filmlerini Polanski’yi kabul eden bir festivale göndermekte bir beis görmeyen bu sinemacılardan belki daha bile suçlu bir grup var ki o da Roman Polanski’ninmiş Woody Allen’ınmış fark etmeksizin, önlerine ne konulursa konulsun değerlendirmeyi kabul eden jüri üyeleri. Üstelik bu jüride Damien Chazelle, Jane Campion, Mia Hansen-Løve ve Martin McDonagh gibi önemli isimler var. Bunlardan birinin bile Barbera’ya “Polanski’nin filmini yarışmaya alıyorsan git kendine başka jüri bul.” dememiş olması, öyle kolayca hazmedilecek bir şey değil aslında. Ancak sinema dünyası da basını da bunu gayet hazmetmiş gibi görünüyor.
Adèle Haenel’lerin istisna olduğunu unutmuş değiliz.
Bu noktada tüm bu saydığım isimler ve saymadığım nicesi içinde Roman Polanski’nin Venedik’e çağrılmasında bir beis görmeyen, hatta bunu destekleyen isimler olduğunu unutmamak gerekiyor. Polanski’nin ödüllendirilip yüzlerce kişi tarafından alkışlandığı César Ödülleri hâlâ hafızalarda taze. O yüzden Adèle Haenel’lerin istisna olduğunu unutmuş değiliz. Bu yüzden bu sinemacılardan bazılarının da César Ödülleri’nde Polanski’yi ayakta alkışlayanlarla aynı zihniyette olduğu gerçeğini göz ardı etmiyorum. Zaten kızdığım da bunların sessizliği değil. Eksik olsunlar. Beni asıl kızdıran ve gelecek için endişelendiren geri kalanlar. Polanski’nin kabul görmesini desteklemeyenler. Kendilerine seçenek sunulsa bir çocuk tecavüzcüsüyle aynı festivalde yer almak istemeyecek olanlar. İşte bunların sessizliği, sinema dünyasında çok derinlere sirayet etmeye başlamış bir hastalığın habercisi. Her türlü saçmalığa karşı suskunluğu normalleştiren bir hastalık bu.
Sinema dünyasındaki bu korkak sessizlik son derece endişe verici, çünkü kültürel alandaki iktidar sahipleri ve onların hizmet ettikleri propaganda makinesi, bu sessizlikten sonuna kadar faydalanmaktan geri durmuyor. Rusya’nın şeytanlaştırılması gerektiğinde, festival kapıları bir anda ırkçı bir yaklaşımla tüm Rus sinemacılara kapanabiliyor mesela. Bunları yapanlar, diğer sinemacıların bu saçmalıklara karşı ses çıkarmayacağını bilmenin rahatlığı içinde yapıyor. Bu da benim ve benim gibi düşünenlerin gözünde suskun kalmayı tercih edenleri de suç ortağı yapıyor.