The Brutalist ve Siyonizm: Sonuç yolu aklar!

The Brutalist

“İşgalci-sömürgeci bir girişimin aslında bir özgürleşme hareketi olduğu konusunda dünyayı ikna etmek, Siyonizm’in en büyük başarısı olmuştur.” Edward Said

Brady Corbet (Vox Lux, The Childhood of a Leader)’in geçtiğimiz yıl Venedik’te övgülere boğulan yeni filmi The Brutalist, özellikle arthouse sinemanın meraklıları için 2024’ün en heyecanla beklenen filmlerinden biriydi. Oyunculuktan yönetmenliğe geçen Corbet, Ayn Rand klasiği The Fountainhead’e öykünen 3.5 saatlik epik bir film çekmiş, üstelik bunu 70mm film kullanarak yapmıştı. Günümüzün sinema şartlarında nereden baksanız cüretkâr bir girişim. Bunun üstüne bir de Venedik’ten gelen “modern bir başyapıt” ve “yeni bir Amerikan klasiği” gibi yorumlar gelince, The Brutalist izlemek için gün saydığımız bir filme dönüştü. Böyle muazzam bir beklentiyle başına oturduğum The Brutalist, yılın en iyi filmi çıkmadı belki ama kesinlikle en sürprizli filmi çıktı. Çünkü Corbet tüm o Fountainhead referanslarının arkasına etkileyici bir Siyonizm propagandası gizlemişti. Üstelik 3.5 saatlik bu yolculuğun sonunda o alt metni yüzeye taşımaktan da çekinmemişti. Karşımızda gerçekten söylendiği kadar cüretkâr, söylendiği kadar görkemli bir film var. Ama politik olarak da bir kadar sorunlu.

The Brutalist, Adrien Brody‘nin hayat verdiği Yahudi mimar László Tóth’a odaklanıyor. II. Dünya Savaşı başlamadan önce Budapeşte’de ünlü bir mimar ve saygın bir akademisyen olan László, Nazilerin Yahudilere uyguladığı etnik temizliğinin başlamasıyla birlikte yurdundan kaçmak zorunda kalan muhtaç bir göçmene dönüşüyor. László’nun filmin başında Macaristan’dan ABD’ye yaptığı yolculuk sırasındaki sefil hâli, böyle insanlık dışı bir muameleye maruz kalan insanların nasıl bir anda tüm itibarlarından ve niteliklerinden soyutlanıp değersiz hâle düşebildiğini gözler önüne seriyor (ki bu yönüyle günümüzde yaşananlarla da paralellikler taşıyor). Her şeyi ellerinden alınmış bu zoraki göçmenlerin değersizleştirilmesi, tüm hikâye boyunca The Brutalist’in en önemli meselelerinden biri olmaya devam ediyor.

László, Nazilerden uzakta yeni bir hayat kurma umuduyla geldiği Amerika’da ilk olarak kuzeninin yanına yerleşiyor ve onun mobilya mağazasında çalışmaya başlıyor. İsrail’in ilk olarak resme girmesi de burada başlıyor. László yeni işinde çalışırken, radyoda, Birleşmiş Milletler’in vaadedilmiş topraklarda bir Yahudi devleti kurmaları için Siyonistlere izin verdiği “müjdesini” duyuyor. Bu anons sırasında Filistin’den “Éretz Yisra’él”, yani İsraillilerin Diyarı olarak bahsedilmesi, Brady Corbet’in konuya yaklaşımına dair daha en başından bizi uyarıyor aslında ama tüm bu tarihsel süreçte de olduğu gibi bu uyarı da iyi niyetler ışığında göz ardı ediliyor. Neticede sene 1947 ve László Tóth gibi milyonlarca Yahudi acımasızca yurtlarından edilmiş durumda. O dönemde bir Yahudi devleti vaadinin László gibi insanlar tarafından sevinçle karşılanması gayet anlaşılabilir. Özellikle de Siyonist hareketin dahice ortaya attığı “Yurtsuz insanlar için insansız bir yurt” yalanının ne kadar etkili olduğunu düşününce.

Bu Éretz Yisra’él vaadini filmin büyük bölümünde arka plana iten (belki de gizleyen demek daha doğru olur) Corbet, bu noktadan sonra Ayn Rand’in The Fountainhead’ine benzetilen o hikâyeye girişiyor. Zengin bir iş adamı olan Harrison Lee Van Buren (Guy Pearce), annesinin anısına yaptıracağı toplum merkezini inşa etmesi için László’yu işe alıyor. İlk başta László’ya hayranlıkla yaklaşan, hatta onu kendi arazisinde misafir edip ailesinin içine sokan Van Buren, aralarındaki ilişki bir patron-işçi ilişkisine dönüştükçe daha sert, daha manipülatif bir karaktere dönüşüyor. Bu da hem László’nun hayalindeki yapıyı inşa etmesini güçleştiriyor, hem de onu yeniden başkasına muhtaç bir konuma getiriyor. The Brutalist ile The Fountainhead arasındaki paralellikler de burada bitiyor aslında. Ayn Rand’in eseri toplum-birey ilişkisi üzerine, bireycilik üzerine kıymetli bir argüman sunarken, Corbet The Brutalist’te çok daha kişisel bir meseleyle ilgileniyor: Sanatçı ile sermaye arasındaki o daimi çatışmayla. Van Buren ile László Tóth arasında kurulan ilişki, yönetmen ile yatırımcı arasındaki ilişkiyi aynalıyor. Corbet’in, eşi Mona Fastvold ile birlikte The Brutalist’i yazarken kendi deneyimlerinden beslendiğini görmek güç değil. Aslında The Brutalist sadece bu dar ölçekli yapısıyla bile kıyaslandığı romanın çok gerisinde kalan bir yapım ama Corbet’in bu filmdeki asıl günahı üçüncü perdede kendini gösteriyor.

““Siyonizmin sorunu, bugünü silen bir gelecek, hâlihazırda evde olanları görmezden gelen bir vatan hayal etmesidir.” Hannah Arendt

Avrupa’daki vahşet sırasında ayrı düştüğü eşi Erzsébet’i (Felicity Jones) ve genç yeğeni Zsófia’yı (Raffey Cassidy) bin bir güçlükle de olsa yanına aldıran László’nun İsrail’le yollarının yeniden kesişmesi de Zsófia aracılığıyla oluyor. Kendisi gibi Yahudi bir gençle evlenen Zsófia, eşiyle birlikte İsrail’e göçeceklerini, Yahudiler olarak anayurtlarına dönmenin vazifeleri olduğunu söylüyor. O sırada László bu fikri saçmalık olarak görüyor (Onun da bu kutsal vazifeye ikna olması için bir süre daha beklememiz gerekecek). Ancak Van Buren ile Tóth’lar arasındaki ilişki gitgide daha toksik bir hâl alıp László’nun kişisel çöküşüne doğru ilerledikçe, bu yoktan türeyen “ev” daha cazip gelmeye başlıyor. Filmin bir noktasında Erzsébet, hasta yatağında neredeyse sayıklar vaziyetteyken László’ya bakıp “Hadi evimize dönelim.” diyor. Bilmem kaç kuşak Macaristanlı olan, Avusturya-Macaristan’da doğup büyüyen ve işin aslı etnik Yahudi de olmayan Erzsébet (kendisi László ile evlendikten sonra Yahudiliği benimseyen beyaz bir Avrupalı), ne hikmetse bir anda Filistinlilerin toprağına bakıp kendi evini görüyor.

Yazının bundan sonraki bölümü filmin finaliyle ilgili spoiler içerir.

Bir grup Avrupalının Filistin’den evleri gibi bahsetmesiyle filizlenen, Tóth çiftinin “İsrail’den başka yerde bize huzur vermezler” mesajlarıyla daha da yeşeren “Galiba bu film koca bir Siyonizm propagandasına dönüşmek üzere” şüphesi, kısa süre sonra Brady Corbet tarafından ortadan kaldırılıyor. Zira Corbet filmin sonunda artık şüpheye yer bırakmayacak o son kartını oynuyor. Yıllar sonra László Tóth’un onurlandırılacağı tören için İsrail’deki sömürgeci koloniden dönen yetişkin Zsófia, The Brutalist’in finalinde sahneye çıkıyor ve tam olarak şunları söylüyor: “Kudüs’teki ilk yıllarımızda kızını büyütmeye çalışan genç bir anneyken amcam (László) bana şöyle derdi: ‘Kimsenin seni kandırmasına izin verme Zsófia. Diğerleri sana ne derse desin, önemli olan yolculuk değil varış noktasıdır.”

Önemli olan yolculuk değil varış noktasıdır… Önemli olan yolculuk değil varış noktasıdır! Tarihteki tüm suçları aklayabilecek o büyülü cümle. Eğer Brady Corbet’in çıkıp açık açık “Evet İsrail’i kurmak için milyonlarca Filistinli katledildi ama bakın hayallerindeki ülkeyi nasıl da inşa ettiler.” demesini bekliyorsanız, kendisi final sahnesinde tam olarak bunu yapıyor aslında. Ve o ana kadar geçen üç buçuk saat bir anda bu korkunç cümleyi aklayacak bir Siyonizm propagandasına dönüşüyor. Holokostun başka bir soykırımı haklı çıkarmak için kullanılması… Yahudilere İsrail’den başka yerde huzur yok mesajları… Yeni bir şey kurma hayaliyle yola çıkıp başkaları tarafından hor görülenler… Hepsi orada.

“Brady Corbet’in The Brutalist’te ortaya koyduğu argüman, 20. yüzyılın başında Theodor Herzl gibi Siyonist liderlerin dünyaya anlattıkları hikâyenin neredeyse birebir aynısı.”

Bu final üzerine, filmin ortasında Tóth’un kendi eserlerinden bahsederken attığı o tirada dönüp bakıyorum: “Savaş vardı. Ama anladığım kadarıyla eserlerimin pek çoğu hâlâ ayakta duruyor. Hâlâ orada, şehirdeler. Avrupa’da yaşananlara dair korkunç hatıralar bizi aşağılamayı bıraktığında, onların orada politik uyarıcılar olarak kalmasını, insanlar arasında mütemadiyen ortaya çıkan çalkantıları tetiklemesini bekliyorum. Daha şimdiden korku ve öfke dolu ortak bir söylem bekliyorum. Böylesi anlamsız laflardan oluşan koca bir nehir engelsizce akabilir. Ama benim binalarım böyle nehirlerin aşındırmalarına dayanacak şekilde tasarlandı.” Peki bu konuşmayı şöyle çevirsem: “Yahudilerin ortaya koyduğu işlere bakıyorum ve ileride tekrar tekrar tepki çekeceklerini görüyorum. Holokostun hatırası unutulup da Yahudiler kurban olarak görülmekten çıkıp yeniden güç sahipleri olarak görülmeye başladıklarında, bu eserler, başarılarımız göze batmaya başlayacak. Tepkiler yükselecek; Düşmanlarımız olacak. Ama kim ne derse desin kurduğumuz Yahudi devleti ayakta kalacak.” Orijinalinden çok mu uzaklaştım?

Brady Corbet’in The Brutalist’te ortaya koyduğu argüman, 20. yüzyılın başında Theodor Herzl gibi Siyonist liderlerin dünyaya anlattıkları hikâyenin neredeyse birebir aynısı. Yahudiler kendi ülkelerine sahip olmak zorundalar çünkü her daim dışlanacaklar; Her daim ezilecek ve ne yaparlarsa yapsın düşmanlaştırılacaklar. Kendi devletlerini kurmadıkları sürece huzur bulamayacaklar. Bu yüzden İsrail mutlaka kurulmalı. Ve bunun için evimiz, Éretz Yisra’él bizi bekliyor…

Dönüp dolaşıp yazının başındaki Edward Said alıntısına geri dönüyorum. “İşgalci-sömürgeci bir girişimin aslında bir özgürleşme hareketi olduğu konusunda dünyayı ikna etmek, Siyonizm’in en büyük başarısı olmuştur.” 2024 yılında, Gazze’deki soykırımın doruk noktasında, Brady Corbet gibi Yahudi bile olmayan bir sinemacı çıkıp, Siyonist doktrini olduğu gibi tekrarlayan bir film çekiyor ve bu film o senenin en büyük, en övülen yapımlarından biri oluyor. Filistin’de yaşanan insanlık suçu, Tóth çiftinin ve tatlı yeğenleri Zsófia’nın özgürleşme hikâyesine dönüşüyor.

Arkalarında bıraktıkları tüm o korkunç mirası bir an için kenara bırakıp -Darryl Cooper’ın şahane podcast serisi “Fear and Loathing in New Jerusalem”de yaptığı gibi- Siyonist hareketi imkânsızı başarmak için yola çıkmış bir grup hayalperest olarak ele aldığınızda, başardıkları şeyi gerçekten takdir etmeniz gerekiyor. The Brutalist gibi bir filmin varlığı ve başarısı başka türlü açıklanamaz. Bu yönüyle Brady Corbet’in eserinin de ele aldığı konuyla paralellik taşıdığını söylemek mümkün. Corbet, Siyonist hareketi aklayan 3.5 saatlik arthouse bir filmi çekme hayaliyle yola çıkıp, günün sonunda yılın en çok övülen, en çok ödül alan filmlerinden birine imza attı… Neresinden bakarsanız bakın müthiş bir başarı.